Ali Küçük Hoca ve Eserleri
BESAİRU'L-KUR'AN TEFSİRİ
İmam Hatip yıllarında direk ve en direk Kur’an’ı anlatan Arapça ve Türkçe kitaplara yöneldim. Kulluk kitabımızı ve onun pratiği olan Resûlullah efendimizin sünnetini tanımadan Allah’ın istediği kulluğu yaşayabilmemin im-kânsızlığına olan kesin inancım, beni yoğun bir şekilde vahye yönlendirdi. Kur’an’la alâkalı bir altyapımın oluşması için önce çeşitli meâllerden sayısını şu anda hatırlayamayacağım kadar hatim indim. Her hatmimde Besâir olan kitabımız bana derin ufuklar ve bakış açıları kazandırdı. Bu arada Kur’an’la beraber başta kütüb-i sitte olmak üzere hadis kitaplarını okudum. Sünnetin, Kur’an’ın ikinci derecede müfessiri ve beyân edicisi olduğuna inancım, beni yoğun bir şekilde sünnetle meşguliyete yönlendirdi. Sünnetle beraberliğim Kur’an’ı daha güzel anlamama yardımcı oldu. Daha sonra Arapça Türkçe bugüne kadar yazılmış tefsir kitaplarını okumaya çalıştım. Bende kitabımızla alâkalı bir alt yapının böylece oluştuğunu hisseder etmez, hemen çevremden gruplar kurup anlatmaya başladım. Öğrendiğim bölümleri ders gruplarıma anlatmaya başladıktan sonra kitabımıza vukufiyetim daha da derinleşmeye başladı. Anlatarak daha güzel öğrenme imkânına ulaşmayı bizzat tecrübe ettim.
Bunun için her yıl anlattığım grupları artırdım. Kitabımızı bölümlere ayırarak 40-45 civarındaki gruplarıma anlatmayı yoğunlaştırdım. Bu arada ders gruplarından bazı arkadaşlar bu dersleri kasetlere alarak daha geniş kitlelere ulaştırmayı denediler. İlk planda 40 kadar kaset piyasaya yayıldı. Dinleyenlerden memnuniyet beyanları gelmeye başlayınca, bir 40 kaset daha yapıldı. Daha sonra baştan sona Bakara sûresi çıktı. Bu kasetler pek çok müslümanın evine girdi, bir çok radyo bu kasetleri yayınladı. Allah’ın yardı-mıyla pek çok müslüman Kur’an ve sünnete yöneldi. Okuyanlar, araştırmaya yönelenler çoğaldı.
Daha sonra pek çok müslümandan bu derslerin kitap haline getirilmesi ve bilhassa ders yapan müslümanların istifadesine sunulması konusun-da yoğun talepler geldi. Hattâ bizzat ya da telefonla bana ulaşan bir çok kardeşimiz çevrelerine Kur’an anlatmaya başladıklarını, bu kasetleri yazıya aktarıp istifade etmek için uğraştıklarını, kasetlere alınan bu sohbetlerin yazıya dökülmesinin kendileri için çok yardımcı olacağını söylediler. Bunu ciddi ciddi düşündüm. Zaman zaman vahiy öğrenip, onunla kendilerini diriltip, etrafları-nın dirilişini de kendilerine dert edinmiş samimi müslümanlara teşvik olsun diye çalışma notlarımdan fotokopiler gönderdim. Ama çok uzaktaki müslümanların bu bilgilerin kitap haline dönüşmesi talebi ısrarla devam etti. Oturup bir kenarda donuk bir kitap yazmayı sevmediğim için kitabın bu derslerden oluşmasını uygun gördüm. Çünkü erkeğiyle-kadınıyla, genciyle-yaşlısıyla, talebesiyle-esnafıyla her sınıf insanın arasında, onların hayatlarına indirgeyerek, örnekleyerek oluşacak bir kitabın daha güncel, daha canlı ve kalıcı olabileceğini düşündüm.
Ders grubu arkadaşlarımın arasında en az beş kere anlattığım ve her anlatışımda biraz daha olgunlaştırdığım her bir Kur’an bölümünü altıncı veya yedinci anlatışımda cebimde taşıdığım teyibe kaydettim. Bu kasetleri yine burada şükranla yad ettiğim bir grup talebe kardeşim büyük bir gayret ve samimiyetle çözüp kâğıda aktardılar. Rabbim hepsinden razı olsun. Yazıya aktarılan bu metinler üzerinde bilgisayarda çok az bir tashih çalışması yaptıktan sonra Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, siz değerli Kur’an dostlarına bir kitap halinde sunmaya bizleri muvaffak kıldı. Sadece bir tek müslüman’ın bile bu çalışmam vesîlesiyle hidâyete ulaşması, benim için dünya ve içindekilerin tamamına sahip olmaktan daha büyük mutluluk sebebi olacaktır.
Bizden önce bu kitabı anlamaya çalışmış, anladıklarını bizimle paylaşarak bizim dirilişimize sebep olmuş selefimizden Allah razı olsun. Bizler sadece onların kitaplarını okuyarak kitabımızı öğrenmeye, öğrendiklerimizle kendimizin ve çevremizin dirilişine vesile olmaya çalıştık. Her müslüman’ın görevi budur. Her müslüman vahyi okumak, öğrenmek, kendinin ve ulaşabildiği çevresinin dirilişine vesile olmakla mükelleftir. Ben sadece kitabımızla alâkalı söz söyleme yetkisine sahip olan selefimizin yazdığı kitaplar aracılığıyla, kitabımızın bana söylediklerini sesli düşünerek çevremdekilerle paylaşmaya çalıştım. Pek tabiidir ki bunlar benim kitabımın bana söyledikleridir. Bunlar benim kitabımdan anladıklarımdır. İnşallah sizler de okuyun, sizler de başvurun kitabınıza, sizin kitabınız da size benim anladıklarımdan çok daha mükemmel anlayışlar kazandıracaktır. Değilse yirmi yıldır Kur’an anlatmaya çalıştığım hiçbir müslüman’ı kendi anlayışıma çağırmadım. Hiç kimseye; "Benim gibi düşünün, benim gibi anlayın, benim gibi yaşayın, beni örnek alın, beni takip edin” demedim. Ömrüm boyunca Allah kullarını vahye çağırdım. Ben bu kitabı ve bu kitabın pratiği olan Resûlullah efendimizin sünnetini oku-yup öğrenmeye çalışıyorum. Gelin siz de mutlak doğru olan Allah kitabına ve yasal örneğimiz olan peygambere yönelin. Bizi ve bizim gibileri örnek alırsanız, biz de çakılır kalırsınız. Ancak bizim kadar müslüman olabilir, bizi bir adım öteye geçemezsiniz dedim.
Yıllardır müslümanların arasında yaptığım Kur’an sohbetlerimden oluşan bu kitabım elbette temel değildir, eksiksiz, kusursuz değildir. Elbette benim anlayışımın dışında da çok güzel anlayışlar vardır. müslümanların dinine zarar verecek bir yanlışımı tespit eden kardeşlerimin Allah için kardeşini uyarmaları bir kardeşlik görevidir.
Bu sohbetlerimle, bu çalışmamla ilkokul seviyesinde eğitim görmüş, Arapça bilmeyen müslüman kardeşlerimi hedefledim. Her meslekten, her seviyeden halk tabakasından oluşan insanlarla ders yaptım. Bu yüzden ilim ehlini ilgilendiren bir çok tartışma konularına girmemeye özen gösterdim. Çünkü bu tartışmaların pek çoğu onların dünyasını pek fazla ilgilendirmiyor. Gra-mer üzerinde fazla durmadım. Harfî mânâ ve i’rap üzerinde de fazla yoğun-laşmadım. Selefimiz Allah kendilerinden razı olsun bu konular üzerinde uzun uzun bilgiler vermişler. Ben sohbetlerimde daha ziyade; "Rabbim burada bana ne dedi? Rabbim bu âyetinde benden ne istedi? Ben bu bölümü nasıl anlayacağım? Bununla hayatımı nasıl düzenleyeceğim?" Daha çok bu konu üzerinde yoğunlaştım. Âyetlerin daha güzel anlaşılabilmesi için sosyal hayatımızdan örneklemeye çalıştım.
Pek tabiidir ki yazı diliyle konuşma dili arasında çok farklılıklar vardır. Yazı dilinin cümle kuruluşlarıyla, konuşma dilininkiler çok farklıdır. Yazı dilin-de özne, yüklem, tümleç uyumu vardır. Ama konuşma dilinde bunların düzgünlüğüne riâyet zordur. Onun için konuşma dilinden oluşan elinizdeki bu kitabımı okurken çok zorlanacağınızı biliyorum. Konuşma dilindeki yüklem tekrarlarının, dinleyenlerin anlayışına yardımcı olmasına karşılık, yazıya aktarılışı sebebiyle bunun tamamen aksine sizi sıkacağını da biliyorum. Bir de üstelik ilk okul seviyesinde eğitim görmüş insanları hedeflediğim için, konuş-malarımda ısrarla kitabî cümlelere yer vermemeye çalıştım. Vasat tahsil seviyesindeki insanların anlamakta güçlük çekecekleri kitabî cümlelerden ısrarla kaçındım. Çünkü bugüne kadar pek çok insana kulluk kitabını anlayabilmeleri ve Allah’ın istediği gibi kul olabilmeleri için okumalarını tavsiye ettiğimizde, genellikle müslümanların şu mevcut yazılmış kitapları anlamakta zorluk çektiklerini, bu konudan şikâyet ettiklerini çok duymuşumdur. Onun için halkın anlayabileceği bir dil kullanmaya çalıştım. Tabii burada bu konuşmalarımı kasetlerden yazıya aktaran kardeşlerimin Türkçe dilbilgisi kapasiteleri de etkili olmuştur. Konuşmanın neresinde virgül, neresinde ünlem, neresinde nokta konacağı, nerede paragraf yapılacağı pek tabiidir ki onların dil-bilgisi bilgisiyle sınırlı olmuştur. Ezcümle bugüne kadar çokça kitap okumuş, kitabî cümlelere alışmış kardeşlerimden bu kitapta karşılaşacakları yazı diline ters gelebilecek cümle kuruluşlarından ötürü bağışlamalarını dilerim.
Yine elinizdeki bu kitap, takriben yirmi yıl içinde sadece bir grup içinde değil, yüzlerce grup içinde yapılan sohbetlerden oluştuğu için tekrarlar olabilecektir. Bir gruba anlattığım bir örneği, bir başka gruba tekrar anlatma gereği duymuşumdur. Bir grupla tanımaya çalıştığımız bir âyetin yorumuyla ilgili söylediklerimi bir başka grupla tanımaya çalıştığımız benzer başka bir âyetin yorumunda da söylemişimdir. Üstelik bu sohbetleri yaptığımız ilk yıllarda bunların bir kitaba dönüşeceği fikrimin de olmayışından ötürü, okuyucu için bu tür tekrarların sıkıcı olabileceği endişesini de taşıyorum. Bütün bu olumsuzlukların yanında bilhassa Kur’an’ı çevrelerine anlatma gayreti içinde olan kardeşlerimizin istifade edebileceklerine inancım sonsuzdur. müslüman-ların istifade etmeleri, başkalarına da duyurmaları, duadan eksik etmemeleri dileğiyle.
BESAİR'UL- EHADİS
Allah’ın izni ve yardımıyla Tefsir çalışmamızın kitap olarak yayınlanmasından sonra, vahyin ikinci çeşidi olan, İslâm’ın iki temel kaynağından biri olan sünnet üzerinde de yoğunlaşmaya, daha önceleri çeşitli vesilelerle tanıyıp müslümanlarla paylaşmaya çalıştığım hadis derslerimi, notlarımı bir daha gözden geçirerek seri halde yayınlamaya karar verdim. Çünkü inancım o ki, içinde yaşadığımız toplumun bana göre iki yanlışı vardır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi dini (vahyi) tanımama yanlışı, ikincisi de diğerleri ki, bunu dilediğiniz kadar sayabilir, sıralayabilirsiniz. Eğer insanlar birinci yanlışlarını düzeltebilirlerse yani vahiyle yakından tanışma imkânı bulabilirlerse, kesinlikle söyleyebilirim ki öteki yanlışlarının tamamını düzeltme yoluna girmiş olacaklardır. Çünki Bey-yine sûresi fert ve toplum bazında bu değişimin yasasını çok güzel ortaya koyar:
"Kitap ehlinden ve putperestlerden olan inkarcılar, kendilerine apaçık bir Beyyine, içinde kesin ve en doğru hükümlerin bulunduğu arınmış sahifeleri okuyan, Allah katından bir peygamber gelene kadar dinlerinden vazgeçecek değillerdi. (Beyyine 1-3)
Tabii kitap ehline ve müşriklere hitap eden, onların değişimini isteyen bu ayet onlardan önce bize seslenmektedir. Çünki Kur'an’da anlatılan her şey bize hitaptır.
Eğer önce müslümanlar, sonra da kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler, kendilerine apaçık bir Beyyine gelinceye kadar bulundukları durumdan kopacak, ayrılacak, yaşantılarını, dinlerini, âdetlerini, yollarını, programlarını terk edecek değiller ise, yani kendilerine Beyyine gelinceye kadar, Beyyine ile yakından tanışıncaya kadar mevcut küfürlerinden, şirklerinden, sapıklıklarından vazgeçecek değiller ise, o zaman kesinlikle Beyyine-ye ihtiyaç var demektir.
Eğer kendi durumlarınızı değiştirmek, düzeltmek istiyorsak, çevrenizdekilerin, çocuklarınızın, hanımlarınızın, arkadaşlarınızın, dostlarınızın, toplumunuzun mevcut hayatlarını beğenmedik de değiştirmek istiyorsak veya gerek kendimizi, gerekse çevremizdeki insanların hayatlarını bir kademe daha ileriye götürmek, bir kademe daha güzelleştirmek, Müslümanlaştırmak istiyorsak, onlara yanlışlarını göstermek istiyorsak, insanları alıştıkları İslâm dışı yerleşik hayatlarından rahatsız edip, mevcut hayatlarından farklı Allah ve Resûlü’nün istediği bir hayat programına geçirmek istiyor-sak, yani ne yapalım ki biz değişelim? Ne edelim ki bu insanları değiştirelim? Ne yapalım ki hem kendimizi hem de bu toplumu müslümanlaştıralım diyorsak, bunun sancısını çekiyorsak kesinlikle bilelim ki bunun yolu Beyyi-ne’den geçmektedir. Başka çaresi yok, hem kendimize hem de çevremize Beyyine götürmek, Beyyine ulaştırmak zorundayız. Kendimizi ve çevremizi Beyyine ile tanıştırmak zorundayız. İnsanların gözüne kulağına, ağzına bur-nuna, kafasına kalbine Beyyine sokmak zorundayız.
Bu Beyyine’nin ne olduğunu da Rabbimiz ayetin devamında şöylece ortaya koyar: "Allah’tan gönderilmiş, (Allah’ın gönderdiği) bir elçi ki içinde dosdoğru yazılı hükümlerin bulunduğu tertemiz sahifeleri okumaktadır.” Demek ki o Beyyine Allah’ın gönderdiği bir elçidir ki elinde tertemiz sayfaları okumaktadır ve o sayfaların içinde insanları dosdoğru yola, hakka, hidâyete ulaştırmaktadır. İşte Beyyine budur. Elinde kitap olan bir peygamber… Peygambersiz bir kitap, kitapsız bir peygamber değil. Elinde kitabı olan ve insanlara onu okuyan, onu herkesten daha iyi anlayan, tefsir eden, teybin eden, uygulayan bir peygamber. Öyleyse kitabı peygamberden, peygamberi de kitaptan ayırmaya, ayrı düşünmeye, kitap gerçeğini kabul edip peygamber gerçeğini reddetmeye hakkımız yoktur. Hattâ biliyoruz ki kendilerine kitap verilmemiş peygamberler vardır, ama peygambersiz kitap hiç yoktur. Yâni peygamber (risalet) gerçeği kitap gerçeğinden de önceliklidir.
Beyyine, belge, hüccet Rasulullah’tır ve Rasulullah’ın okuduğu tertemiz Kur'an sahifeleridir ki, işte bu Beyyine’nin gelmesini bekleyen ehl-i kitap ve kendilerini İbrahim’in yolunda gören müşrikler bekleyip durdukları, yolunu gözledikleri Resul elinde Allah’ın kitabıyla ortaya çı-kıp: "Ey insanlar! İşte! İşte bekleyip durduğunuz kitap! İşte yolunu gözlediğiniz ahir zaman Nebisi! İşte ben ve kitabım karşınızda! Haydi ne bekliyorsunuz?” deyince ehl-i kitap ve müşrikler şaşırıp kaldılar. Apışıp kaldılar. Neden? Zira onlar o ana kadar hep papazlarını, rahiplerini, ke-şişlerini, kardinallerini, putlarını, reislerini, liderlerini, âlimlerini, üstatlarını dinlemişlerdi. Onlardan bilgilenmişler, onlarla şartlanmışlardı bir, bir de o Peygamber kendi içlerinden, kendi ailelerinden, kendi ırklarından çıkmamıştı. Bu yüzden avuçlarının içi kadar bildikleri, öz evlâtların-dan daha yakın tanıdıkları o Beyyine’yi reddettiler.
Tıpkı şu anda ağabeylerini, reislerini, şeflerini, efendilerini, şeyhlerini, cemaatlerini, tâğutlarını, çevrelerini, düzenlerini dinleyip de Bey-yine ile karşı karşıya gelince şaşırıp kalan asrımızın Müslümanları gibi. Bugün aynen onlar gibi kimi Müslümanlar da Kur’an ve sünnete aynı tavrı sergiliyorlar. Kendilerine sunulan Beyyine’ye karşı aynı tutumu re-va görüyorlar. Kitap ve sünnete gitmek istemiyorlar. Kitap ve sünnetle tanışmak, kendilerini onunla yargılamak istemiyorlar. Neden? Çünkü şu ana kadar onların kulak verdikleriyle Rasulullah’ın hayatı benzer özellikte değildi. Şu ana kadar onlar kendi önderlerine, kendi efendilerine, siyasi liderlerine, tâğutlarına: "Bize şöyle şöyle emredin, biz de yapalım! Bizden şunları şunları isteyin, biz de yerine getirelim! Biz sizi seçiyoruz, siz de bize bizim istediğimiz yasaları çıkarmak zorundasınız!” demeye a-lışmışlar, tanrılarını hep kendileri seçmişler, kendileri belirlemişlerdi.
Beyyine karşısında îmana yanaşmayan, durumlarından, yaşantılarından memnun olan, dinleri konusunda itminan içinde bulunanlardı. "Bizler bu halimizle, bu anlayışlarımızla, bu yaşayışlarımızla, bu önderlerimizle, bu kitaplarımızla, bu cemaatlerimizle, bu yapılanmalarımızla kesin cennetliğiz. Bu iş kesin. Bu iş garantidir. Bizler garanti cennetliğiz, siz kendinize bakın” diyorlardı. Hıristiyanlar böyle diyordu, Yahudiler böyle diyordu. Allah’ın oğlu dedikleri Hz. Îsâ’yı ve Hz. Üzeyir’i, işledikleri suçlara karşı kalkan yaparak, Allah’a veliaht tayin ederek, Allah’a güya Allah’ın sözünden çıkamayacağı bu oğulları vasıtasıyla torpil yaptıracaklarına inanıyorlardı. Hıristiyanlar da Yahudiler de aynı şeyi söylü-yorlardı.
Bakıyoruz bugün kendilerine Müslümanız diyen toplumun durumu da onların o günkü durumuna benziyor. Hayatlarında aynı durgunluk, aynı doyumluluk ve pasiflik var. Onlar da kendilerinin doğru yolda, hak yolda olduklarını zannediyorlar. Allah’ın razı olacağı bir hayatı yaşadıklarını zannediyorlar. Israrla bir îman derecesinde hayatlarını kabul var. Yaşantılarından memnun görünüyorlar. Kendilerini kesin cennetlik görüyorlar. İşte bu korkunç durum değişmeye en büyük engel-dir. "Ne var bizim hayatımızda? Biz Müslüman değil miyiz yani? Cennete biz girmeyeceğiz de ayyaşlar, Hıristiyanlar mı girecek?” deyişleri, ken-di hallerinden, hayatlarından memnun oluş halleri tıpkı kendilerine Bey-yine gelmeden önceki ehl-i kitap ve müşriklerin vaziyetine benziyor.
İşte şu anda kendilerinden mutmain olmuş bu toplum da ancak kendilerine Beyyine götürüldüğü, hayatlarına Kur’an ve sünnet projektörü tutulduğu, Beyyine ile hayatlarını sorgulama imkânı buldukları za-man elbette bulundukları durumu bir eleştiriye tabi tutup değiştireceklerdir. İnsan bir hakikatle karşı karşıya gelmedikçe hep kendini iyi ve doğru zanneder. Ama ne zaman dışa açılır, daha iyisini görürse, Beyyine ile tanışır ve kendini onunla yargılama imkânı bulursa, yani Allah’ın is-tediklerine muttali olursa o zaman eyvah! diyor. Eyvah ki yanılmışım! Eyvah ki yanlış yoldaymışım! Demeye başlıyor. Eyvah! İçinde bulunduğumuz hayat, hayat değilmiş! Din budur diye yaşadığımız din değil ken-di kuruntularımızmış diyerek değişmeye karar verecektir. Ama ne yazık ki bu toplum henüz Beyyine buluşmadı. Bu toplum tüm hayatını sağlama alabileceği Beyyine ile tanışmadı. Hayatını yargılayıp sorgulayabileceği Kitap ve sünnetle tanışmadı. Bu toplum henüz peygamberle tanışmadı.
Rabbimize binlerce kez hamdolsun ki son yüzyıl içinde uzun bir tarihî durgunluktan sonra İslâm’ın yeniden uyanışına şahid olan şu günlerde tüm İslâm dünyasında Beyyine’ye (Kur’an ve sünnete) yeniden dö-nüş akımının başladığını görüyoruz. İnsan ve toplum hayatında vahiy geleneğinin yeniden kurulması adına çok ciddi ve sevindirici çabaların harcandığını görmek insanı mutlu ediyor. Tarihin örümcek ağı gibi öre öre günümüz insanına taşıyıp getirdiği yanlış ve çarpık din anlayışları, vahye dayanmayan düşünce biçimleri, Beyyine’siz şekillenen hayat modelleri Allah’ın izniyle Beyyine’nin anlaşılmasıyla çözülecektir. Allah’ın izniyle Kur’an ve sünnet kılıcıyla ıslah edilmemiş gelenekler, sayısız batıl inançlar, dinle alâkası olmadığı halde dinmiş gibi beşer hayatının vazgeçilmez unsuru haline gelmiş tüm yanlışlar, tüm hurafeler, tüm bid’atler Beyyine’nin nuruyla aydınlanacak, ayıklanacaktır. Tarih kadar ağır bu öldürücü eracif yükünün altından vahiyle kalkmaktan başka çare de yoktur.
Elhamdülillah ki Beyyine’nin toplum hayatına inmesi sonucunda müslümanlar arasında bu fırkalaşmanın ucu görülmüştür. En azından u-cu görünmeye başlamıştır. Bunun sebebi de elbette topluma Beyyine ge-liyor. Toplumun gündemine Beyyine geliyor. Uzun bir fâsıladan sonra yine Kur'an ve sünnet
geliyor. Beyyine hayata yansımaya başlamıştır. Kur’an ve sünnet insanların ağızlarına, kulaklarına, kalplerine, beyinleri-ne, evlerine, hayatlarına inmeye başladı. Kur’an ve sünnet toplumun gündemine girmeye başladı. Elhamdülillah insanlar evlerinde, bürolarında Kitap ve sünnet konuşmaya başladılar. Bu yüzden de insanlar fırkalaşıyor bu toplumda. Fırkalaşma başlıyor. Nasıl bir fırkalaşma? Kimileri kabul ediyor, kimileriyse reddediyor. Kimileri tereddüt içinde. Kimisi bazısını kabul ediyor bazısını reddediyor. Ama bilelim ki vahiy geldik-çe, Kur’an ve sünnet hayata indikçe, Beyyine konuşulup anlaşıldıkça bu çatışma daha da şiddetlenecek. Razı olduğumuz hayatlarımız, İslâmî sandığımız düşünce ve yaşantılarımız altüst olacak, mü'min gerçek mü'-min, kâfir de gerçek kâfir olacak. Saflar belirginleşecek. Kim neye inandığını, kim neyi reddettiğini bilecek. Tıpkı o gün olduğu gibi vahiy nûru-nun, Beyyinenin, Furkân’ın karşısında her şey eriyip kül olacaktır Allah’ın yardımıyla. Ne mutlu bu ayrışmanın, bu saflaşmanın hızlandırılması adına insanlara Beyyine götürme kavgası içine girenlere! Ne mutlu bu değişimin hızlandırılması adına insanları vahiyle tanıştırmaya çırpınanlara! Ne mutlu bu uğurda zamanından, imkânlarından fedâkârlıkta bulunan Allah dostlarına!
Ben de benden önce bu uğurda çaba sarfeden değerli seleflerimizin arasına girebilmek için ilk olarak İmam Nevevî’nin derlediği 42 hadiste, peygamberim bana ne dedi? Peygamberim benden neler istedi? Konusunu sesli düşünerek siz müslüman kardeşlerimle paylaşmaya karar verdim. Ribat dergisinde şerh ederek yazdığım ve değişik zamanlarda sohbet halinde sunduğum hadislerden oluşan bu eserimizi inşallah "Besairu’l Ehadis 2,3,4,5… şeklinde diğerleri takip edecektir. Rabbimden dileğim odur ki, tüm ömrümüz Kitap ve sünneti anlayıp anlatma, yaşayıp yaşatma çabası içinde geçsin. Bundan daha bereketli bir çabanın, da-ha değerli bir ömrün olduğunu bilmiyorum. Rabbim vahyin bidayetinden şu ana kadar vefat edeniyle yaşayanıyla bu uğurda çaba sarfetmiş, ömürlerini bu mübarek işe vakfetmiş tüm mü’minlerden razı olsun, inşallah rahmetiyle bizi de o razı olduklarının arasına katsın duası ve müslüman kardeşlerimin istifade etmeleri temennisiyle.
https://www.dehakitabevi.com/Ali-Kucuk,LA_14070-8.html#labels=14070-8