Tefsiri Kebir, 23 Cilt, Şamua, Fahreddin Razi Tefsiri
7.353,50 TL
Stok Kodu
9786054606122
*698,21 TL den başlayan taksitlerle!!
Güven ve istikrarın hâkim; huzur ve ilmin zirvede olduğu dönemlerde tefsir ilminin imamı olarak kabul edilen; büyük âlim, mutasavvıf Fahruddin Râzi tarafından kaleme alınan Mefâtîhul-Gayb isimli bu eser; yüzyıllarca Osmanlı Medreselerinde okutulmuş, ayrıca
İbn-i Kesir, Elmalılı, Ebus Suud, Hulasatul Beyân gibi yakın tarihlerde yazılmış tefsirlerin de her yönden önemli bir kaynağı olmuştur.
Kendinden sonra yazılmış bütün tefsirlere kaynaklık eden; ayetleri, Peygamberimiz (s.a.v.) ve ashabının (r.a.) sözleriyle birlikte delillerle açıklayan, konulara sosyolojik, felsefi, tasavvufi ve bilimsel izahlar getiren 23 ciltlik dev bir eserdir.
Tefsiri Kebir Mefatihul Gayb
SUNUŞ
TEFSİR-İ KEBİR; Kendinden sonra yazılmış bütün tefsirlere kaynaklık eden; âyetleri, Peygamberimiz (S.A.V.) ve Ashabının (R.A.) sözleriyle birlikte delillerle açıklayan, konulara sosyolojik, felsefi, tasavvufî ve bilimsel izahlar getiren kaynak bir eserdir.
Güven ve istikrarın hakim; huzur ve ilmin zirvede olduğu dönemlerde tefsir ilminin imamı olarak kabul edilen; büyük âlim, mutasavvıf Fahruddîn Râzi tarafından kaleme alınan "Mefâtihu'l Gayb" isimli bu eser; yüzyıllarca Osmanlı medreselerinde okutulmuş, ayrıca İbn-i Kesir, Elmalık, Ebu's Suud, Hulasatu'l Beyân gibi, Râzi'den sonra yazılmış tefsirlerin de her yönden önemli bir kaynağı olmuştur.
İslam tefekkürünün dünyayı aydınlattığı Hicrî 5. asırda, İmam-ı Gazalîlerin açtığı yoldan gelişerek yetişen, Kur'ân-ın sözü ile özünü dengeli bir şekilde bağdaştırarak tevhid eden bu kıymetli eser, geçen asırların olduğu gibi, gelecek asırların müslümanlarına da Kitabını ve dinini en doğru şekilde öğretecek, bu yolda onlara ışık tutacak niteliktedir. Bu yönü ile kitabımızın değeri büyüktür, fikir ve kültür hayatımıza kazandırılmasında emeği geçenlere ne kadar minnet ve şükran ifade edilse azdır.
Eserin Türkçe tercümesini ilk önce Akçağ Basın Yayın Pazarlama A.Ş. yayınlamıştır. Akçağ, şimdi eserin bütün basım yayım haklarını Huzur Yayinevi'ne devretmiş bulunmaktadır. Eserin Türk fikir hayatına kazandırılmasında öncü olan Akçağ'a ve Akçağ'ın kurucu ortaklarından Sn. Ahmet Hikmet Ünalmış ve Sn. Hüseyin Hüsnü Yazıcı'ya bu büyük hizmetlerinden dolayı tebrik ve teşekkürlerimizi sunmayı bir borç biliriz»
Ayrıca eserin tercümesini büyük bir dirayetle başaran Sayın Prof.Dr. Suat Yıldırım'a, Prof.Dr. Lütfullah Cebeci'ye, Prof.Dr. Sadık Kılıç'a ve Öğretim Görevlisi C. Sadık Doğru'ya, özellikle " Fahruddin er Razi ve Tefsiri " başlıklı yazısı ile yazarımız ve eseri hakkında son derece kıymetli bir araştırma mahsulü olan bilgileri kitabımıza kazandıran Sayın Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu'na, en iyi dileklerimizle birlikte en içten teşekkürlerimizi sunarız.
Şimdi böyle önemli tefsiri size sunma imkân ve fırsatını bize bahşettiği için Yüce Rabbimize gönülden hamd ve şükr eder, Allah'tan bu hizmetlere bizi muvaffak kılmasını temenni ederiz. Allah ne güzel yâr ve yardımcıdır.
HUZUR YAYINEVİ
TAKDİM
Hz. Peygamber (a.s.) vefat ettiği zaman geriye bindiği hayvan, kullandığı silah ve Hayber ile Fedek'te bazı arazilerden başka birşey bırakmamıştı. Geride kendisine varis olabilecek sadece, o anda hayatta kalan tek evladı Hz. Fatıma, bazı hanımları ve amcası Hz. Abbas (r.a.) vardı. Gerek Hz. Fatıma, gerek annelerimiz olan peygamber zevceleri ve gerekse Hz. Abbas (r.a.) Hz. Peygamber (a.s.)'in mirasını almak istediler. Mü'minlerin anneleri, Hz. Osman (r.a.)'ı halife-i resul olan Hz. Ebu Bekir (r.a.)'e göndererek, Peygamberimizin geride bıraktığı hurmalıklardan sekizde bir miras paylarını istediler. Hz. Fatıma (r.a)'ya da Hz. Ali(k.v.)'yi göndererek miras hakkını istedi. Hz. Ebu Bekir bunların hepsine, Resûlullah (a.s.)'m sağlığında söylediği şu sözleri hatırlatarak Peygamber (a.s.)'in mallarını onlara dağıtmadı: "Biz peygamberlere mirasçı olunmaz. Ölümümüzden sonra geriye, ne bırakırsak o, ümmet için sadakadır, vakıftır."
"(Vefatımda) vârislerim ne bir dinar ne bir dirhem paylaşmazlar. Bıraktığım şeylerden, hanımlarımın nafakası ile işçilerimin ücretlerinden arta kalanı sadakadır. "(1)
Peygamberler işte böyledirler. Onlar geriye miras olarak dünya mal ve mülkü bırakmazlar. Çünkü bunlar oyun ve eğlenceden ibaret olan dünya hayatının aldatıcı süsleri ve boş övünme vasıtalarıdır (Hadîd, 20). Allah'ın rızasına ulaşmaya vesile olacak şeyler ise bunlardan daha hayırlıdır (Cum'a,11). Peygamberlere ve peygamberliğe yakışan da, insanları aldanmayacakları bir yola sevketmeleri ve mirasçılarına daha hayırlı şeyleri miras bırakmalarıdır. Nitekim öyle de yapmışlardır. Meselâ, Hz. Süleyman (a.s.) babası Hz. Davud (a.s.)'ın peygamberliğine, ilmine ve hikmetine vâris kılınmıştı (Nemi, 16).
(1) Bu hadisler Buhâri ve Müslim'de vardır. Bu hususta bilgi bulunabilecek Türkçe kaynaklardan bazıları şunlardır: Tecrîd-ı Sarih Tercemesi, 8/235-236; 431; 10/168-173; Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, 8/4947-4963; Asr-ı Saadet, Mevlânâ Sibli (Ter. : Ö.Rıza Doğrul), 1/529-533.
Peygamberler de miras ve varis bırakmışlardır. Peygamberler miras olarak hakikat bilgisini, hidayeti, hikmeti ve güzel ahlâkı bırakmışlardır. Hem sonra peygamberlerin varisleri sadece evladları ve soylarından gelenler değildir. Peygamberlerin varisleri bütün insanlar ve bilhassa ümmetleri ve ümmet içinde bu mirasa arzulu olanlardır.
Hz. Peygamber (a.s.) da insanlığa ve bilhassa ümmetine Kur'an-ı Kerim ve onun en güzel tefsiri olan sünnetini miras olarak bırakmış, ve
"Ey insanlar size iki şey bırakıyorum. Eğer onlara sarılırsanız saptırmamış olursunuz: Allah'ın kitabı ve Ehl-i Beytim. "(3) buyurmuştur. Bu bir kaderdir, Muhammed ümmetinin kaderi... Çünkü Hak Teâlâ böyle takdir etmiştir:
"Sonra Biz (Allah) Kur'an'ı, kullarımızdan seçtiğimiz (Muhammed ümmetine) miras kılmaya hükmettik " (Fâtır, 32).
Fakat herkese açık olan bu mirasın gerçek varisleri, onu almaya son derece istekli olanlardır, onlar da âlimlerdir. Bu hakikati Hz. Peygamber (a.s.) şu veciz hadis-i şerifi ile ne güzel beyan etmiştir:
"Alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne bir dinar, ne bir dirhem miras bırakmazlar. Onlar ancak miras olarak ilim bırakırlar. Kim o ilmi alırsa (peygamberin mirasından) bol hisse almış olur."(4)
Bu öyle bir mirastır ki alındıkça, bölüşüldükçe çoğalır ve artar:
"Eğer yerdeki bütün ağaçlar kalem olsa, deniz de, arkasından yedi deniz daha katılarak mürekkeb olsa (ve Allah'ın kelimelerini yazsalar), yine Allah'ın kelimeleri (ilmi ve ezelî kelamı) tükenmez. Muhakkak ki Allah aziz ve hakimdir " (Lokman, 27).
İşte bu ilâhî peygamber mirasından, asırlardır âlimler alabildiğine sahib olmak için gayret, etmiş ve herkesin de kendileri gibi bu manevî zenginliğe sahib olması için uğraşmış, tavsiyelerde bulunmuş ve va'zu nasihat etmişlerdir. Bununla da kalmamış, henüz kendilerine yetişmemiş insanlar için eserler yazmışlar ve elde ettikleri ilâhî mirası kıyamete kadar, inananlarla paylaşmak istemişlerdir.
(2) Ruhu'l Meâni, Âlûsî, 19/170-171; Mefâtihu'l Gayb, er-RâzI24/186. (3) Tirmizî, Menâkıb 32 (5/662).
(4) Buharı, ilim 10(1/26); lbn Mâce, Mukaddime, 17(1/81); Tirmizî, ilim, 19(5/49).
İmam Fahruddin Râzî bu şanslı vâris ve mevrûslardandır. O, elde ettiği değerli mirası, diğer birçok eserinin yanısıra, bilhassa muazzam tefsirinde bizlerle paylaşmayı arzu etti. Ondan sonra gelen birçok İslâm âlimi ve müslüman gerçekten bu mirastan paylarını bol bol almışlar ama o tükenmemiş, bizlere de kalmış ve bizden sonrakilerin istifâdesine âmâde olmaya devam edecektir. Çünkü o, içine dalınmadan tam farkına varılamayan bir derya gibidir.
Biz, istifade imkanı bulduğumuz bu hazineden, genelde Arapça'ya vakıf olmayan müslüman milletimizin de istifade etmesini, büyük âlim Fahreddin Râzî'yi tanımasını, bunlardan daha önemlisi, Allah'ın kelamını değişik ve gerçekten dirayetli bir âlimin kaleminden anlamasını temin etmek istedik ve bu tefsiri tercümeye başladık. Böylece kültürümüze önemli bir eseri kazandırmayı arzu ettik. Bunu herşeyden önce, Kur'an'a bir hizmet olsun diye ve milletimize karşı vazifemizi biraz olsun yapmış olalım diye yaptık.
Bir dilde yazılmış eseri, bir başka dile aktarmanın zorluğunu az çok herkes bilir. Fakat bu zorluğu ciddî tercümeler yapmaya uğraşanlar kadar kimse bilemez. Çoğu zaman iyice anladığınız bir şeyi istediğiniz gibi ifade edememenin, bazı mana ve inceliklerin kaybolduğunu görüp bir şey yapamamanın ızdırabını, ancak aynı tecrübeyi yaşayanlar bilir. Hele tercüme edilen eser veya metnin konusu mücerred meselelerle ilgili ise bu zorluklar katlanarak artmaktadır.
Tercüme yaparken, eserin yazıldığı dili ve aktarıldığı dili iyi bilmek, her iki dilin inceliklerine de belli bir nisbette vâkıf olmak en önemli hususlardandır. Buna rağmen hiçbir zaman tercüme, orjinal eserin yerini tutamamaktadır. Çünkü her halükârda ondan bazı incelikler, nükteler, nüanslar, te'kidler ya tamamen kaybolmakta veya güçlerinden bir kısmını kaybetmektedir. İşte bir metni başka bir dile aynı ifade gücü ile tercüme etmek imkansız olduğu için ve Arapça olan Kur'an-ı Kerim'in tercümeleri, hiç bir zaman Kur'ân'ın yerini tutamayacağı için, namazda sûrelerin tercümelerini okumak caiz görülmemiştir.
Bütün bunlar Kur'an gibi, Arapça'nın zirvesinde olan bir kitab için söz konusu olduğu kadar, en basit kitablarda da söz konusudur. Mefâtihu'l-Gayb'a bu açıdan baktığımızda onu hem kolay hem zor tarafları olan bir eser olarak görürüz. Bilhassa kelam, felsefe, mantık, astronomi, tıb ve anatomi ile ilgili meselelerde metni bihakkın aktarmak, herkesin anlayabileceği açık bir Türkçe ile ifade edebilmek oldukça güç olmaktadır. Çünkü bu gibi yerlerin iyice anlaşılması herşeyden önce ilgili ıstılahlara vâkıf olmaya dayanmaktadır. Tercümelerde dikkat edilmesi gereken en önemli noktalardan bin ıstılahları mümkün olduğu kadar aynen almak, onları tercüme etmeye kalkmamaktır. Okuyucunun bu gibi kısımları anlayabilmesi için o ıstılahları bilmesi gerekmektedir. Bu zorluklara bir de Türkçe'nin son yıllarda içine düştüğü, hem nesiller arasında kopukluk meydana getiren hem de dilimizin ifade gücünü zayıflatan kargaşayı eklemek gerekir.
Biz, bütün bu zorlukları göz önüne alarak, elden geldiği kadar sağlam, anlaşılır, tefsirin şanına yakışır ve metne uygun bir tercüme yapmak için kolları sıvadık. Bunun için de bazı prensipler tesbit edip, imkan nisbetinde bunlara uymaya karar verdik:
1-) Tercümeyi, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç ve Cafer Sadık Doğru olarak, üç arkadaş müştereken yapıyoruz. Yani sahifeleri aramızda paylaşarak tercüme yapmamaktayız, üç arkadaş biraraya oturuyor ve aynı yeri beraberce müzakere ederek tercüme etmekteyiz. Her ne kadar bu, daha fazla zaman alan bir usul ise de, muhtemel yanlışlıkları asgarîye indireceği için biz bu usûlü tercih ettik. Buna rağmen ya zuhûl eseri ya yanlış anlama netîcesi bazı hataların meydana gelmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyoruz. Çünkü insan hatâ ve nisyandan mürekkebtir, ''En mükemmeli yaptım." dediği zaman bile birçok eksiği çıkar.
2-) Bununla beraber biz, yanlış ve hataları en aza indirmek için elimizden gelen gayreti göstermeye çalışacağız. İşte bu sebeble tercümenin gerek ifâdesinde olabilecek rekâketini gidermek ve gerekse gözden kaçan hatalarını düzeltmek için dikkatli bir kontrolden geçmesi gerekiyordu. Bu önemli vazifeyi hocamız Suat Yıldırım üstlendi.
3-) Tercümede metne mümkün mertebe sâdık kalmaya çalışıyoruz. Bu meyanda hiçbir atlama yapmıyoruz. Çünkü eseri müellifin bir emaneti sayıyor, bilerek yanlışlık yapmayı, "zor geliyor" veya "bunun söylenmemesi gerekiyor " gibi mülahazalarla bazı yerleri atlamayı emanete hıyanet addediyoruz. Metne sadık kalındığı zaman tercümelerin pek akıcı olmayacağı herkesin malumudur. "Akıcı olsun da metne sadık olmazsa olmasın " diyemeyeceğimiz için, tercümeyi fazla akıcı bulamayabilirsiniz. Ama biz yine de metnin müsaadesi nisbetinde tercümeye bir akıcılık kazandırmaya çalışıyoruz.
4-) Tefsirin bazı hususiyetlerinden dolayı, bütün gayretlerimize rağmen tercümede az da olsa görülebilecek ifade kapalılıkları eksik olmayacak. Bu gibi yerleri daha iyi anladığımız halde ancak o kadar ifade edebildik. Bunun en önemli sebeblerinden biri eserin, çeşitli İslâmî ilimlere âit ıstılahları çokça kullanmasıdır. Biz bu tabirleri bazan dipnot düşerek, bazan parantez içinde bir kaç kelime ile belirtmeye çalıştık. Fakat bunların yeterli olduğu kanaatinde değiliz. İnşaallah tefsirin en sonuna bütün bu ıstılah ve tabirleri ihtiva eden bir lügatçe ve çeşitli indekslerden oluşan bir cilt ilave etmeyi planladık.
5-) Biz tefsiri olduğu gibi terceme etmeye gayret ettiğimiz için, müfessirimizin bazı ilmî izahlarına ters gibi görülecektir. Bu gibi izahların, müfessirin yaşadığı çağ ve şartlar içinde değerlendirilmesi gerekir. Bununla beraber birçok izahın bugün bile çok şey ifade ettiği görülecektir.
6-) Mefâtihu'l-Gayb'ın en önemli hususiyeti, dirayet tefsiri, yani tefekküre dayanan bir tefsir olmasıdır. Fakat o, neredeyse rivayete dayanan tefsirleri aratmayacak kadar hadis ve haberlere de yer vermiştir. Bu bakımdan tefsir birçok hadis ihtiva etmektedir. Biz imkanımız nisbetinde "Mu'cemu'l-Mufehres Li-Elfazı'l-Hadîs" ile el-Aclûnî'nin "Keşfu'l-Hafa", Suyûti'nin, "el-Câmiu's-Sagîr" adlı eserlerinden istifade ederek, Hz. Peygamber (a.s.)'ın bizzat sözü olan hadislerin yerlerini belirtmeye gayret ediyoruz. Bulamadıklarımıza birşey demiyoruz. Zaten müfessirimiz yer yer, naklettiği hadisleri hangi hadis kitabından aldığını belirtmiştir.
7-) Asırlar içinde, kültürümüzün temelini teşkil eden İslâmiyetin dilimize kazandırdığı ve kendileri ile manevî dünyamızın tefekkürünü kurduğumuz Kur'anî kelimelere karşı açılan savaş, gençlerimizin bu kelimelerden habersiz büyümesine, böylece de babaları ve dedeleri ile ayrı kelimeleri konuşan nesiller haline gelmesine sebeb olmuştur. Bu sebeble tercümede büyüklerimizin daha çok kullandığı kelimeleri kullansak, yaşı nisbeten genç ve bilgisi az olanlara bu tebliği ulaştırmamış olacağız. Yeni kelimeleri kullansak, belli bir yaşın üstündeki halkımızın çoğunun anlayamayacağı bir üslûb seçmiş olacağız. Halbuki biz, bu tercemeyi herkesin anlamasını istiyoruz. Ne varki böyle bir üslûb bulmanın mümkün olmadığını da biliyoruz. Fakat bu hedefe ulaşabildiğimiz nisbette yaklaşmak istedik. Bu itibarla tercümede bazı yeni kelimelere de rastlayabilirsiniz.
8-) Baskı ve dizgi hatalarının farkına varabilmek ve baskı hatalarından doğabilecek yanlış anlama, yanlış tercüme etme durumlarına düşmemek için Tefsiri, biri İstanbul, 1308 (hicri)'de, diğeri Mısır, 1938'de yapılmış iki ayrı baskısından takib ederek tercüme ediyoruz.
9-) Tercümede olabilecek fahiş hataların farkına varacak kardeşlerimizin, tashih için bunları bize posta ile bildirmelerini rica ediyoruz.
10-) Tercümenin başına Tefsir ve Müfessir ile ilgili değerli makalesini koymamıza izin veren değerli hocamız Prof.Dr.İsmail Cerrahoğlu'na müteşekkir olduğumuzu bilhassa belirtmeliyiz.
Cenab-ı Allah'dan tevfik ve inayetini niyaz ediyoruz.
TERCÜME HEYETİ
-
-
A... C... | 25/06/2017